Okurken duracak dünya
Burçe Bahadır’ın 33. Haldun Taner Öykü Ödülü’ne değer görülen kitabı ‘Deliliğe Zarif Bir Giriş’ten sonra beklenen ikinci öykü kitabı ‘Şimdi Dönecek Dünya’ geçtiğimiz Mart ayında İletişim Yayınları’ndan çıktı.
‘Şimdi Dönecek Dünya’; ilk öykü kitabına kıyasla yazarın içsel yolculuğunun sonucu olduğu aşikâr, geçmişin geçip gitmediği, şimdinin yeni ve tamamen taze bir soluktan ibaret olmadığı tezinin etrafında konuşlanmış on bir öyküden oluşuyor.
ZAMAN TÜNELİ
Kitabın ilk öyküsü “Güneş Kızıl Doğacak” hemen arkasından gelen iki öykü ile birlikte oluşmuş bir üçlemenin de ilk öyküsü. Bu öykü aynı zamanda bir ailenin ve bir ülkenin trajik tarihinin anlatıldığı kronolojik öykülere bir prelüde niteliğinde.
“Güneş Kızıl Doğacak”ta yazar bizi sonun başlangıcına, Türkiye’nin en kaotik dönemlerinden biri olan seksen ihtilalinin kapılarımızı çaldığı günlere götürüyor. Çok yakın bir gelecekte ülke için büyük bir trajediye dönüşecek bu vahim olay; halihazırdaki korku, şiddet ve kaosun ortasında, ailesinin sevecen ve güvenli kollarındaki küçük bir kız çocuğunun gözüyle pembe bir perdenin ardından aktarılıyor.
Küçük kızın babasının dizleri dibinde; huzurlu ve mutlu olduğu bir noktada perde, diyor yazar. Hemen ardından 1980’li yılların çalkantılı günlerinde, Ankara’nın tam kalbinde, Meclis’in karşısındaki güvenli bir bölgede yaşayan küçük kızın bakış açısıyla ailesini tanıyoruz. Kız çocuğu, yaşı itibariyle henüz içinde bulundukları dönemin ağırlığının ayırdında olamadığından hatta babasının devlete yakın konumu itibariyle güvende olduğundan onun neşeli ve naif sesinden; ebeveynlerini, aynı apartmanda yaşayan anneannesi ve abileri gibi olan iki dayısı ile aralarındaki sıcak ve samimi ilişkisini keyifle anlatışına eşlik ediyoruz. Fakat kısa bir süre sonra karşımıza çıkan ODTÜ’lü, boylu poslu, yakışıklı Semih dayı karakterinin sağ sol olaylarına karışması, tüm ısrarlara rağmen bu yolda diretmesi tehlike ve kaosu evin salonuna kadar getiriyor.
BİZ ONLARDAN DEĞİLİZ
Üçlemenin ikinci öyküsü “Kıl Payı”nda artık bu güvenli eve dahi giren tehlikenin ayak seslerini daha güçlü duymaya başlıyor küçük kız. Oldukça zeki ve iyi de bir gözlemci olan kızın, olayların şiddetini arttırıp ailesine ve yakınlarına zarar verme noktasına gelmesiyle artık bu durumdan etkilenmeye başladığını görüyoruz. Kızın, annesinin olaylar karşısındaki tutumunu betimlerken kullandığı cümleler, arkasında nüfuzlu bir kocası olmasına rağmen annenin yaşadığı endişe ve paniği anlattığı cümleler dönemin karmaşası karşısında ailelerin endişesini çok güçlü bir şekilde okuyucuya geçirmeyi başarıyor.
Anlatıcı karakterin dönemin yaşam tarzını, günlük hayatı, alışkanlıkları ve atmosferi tanımlayışı seksenlerin nostaljisini canlı canlı yaşatıyor okuyucuya. “Abla Kastelli’den ne biçim para kaldırmış, ülkücüler Dikmen’de uluyarak haberleşiyorlarmış, bu da nereden çıkmışmış. Kahkahalar atarlar, sigara dumanı artık camdan çıkamayacak kadar ağırlaşır, herkesin bir elinde viski ya da şarap diğerinde sigara olur, konken oynuyorlarsa sigaralı elleriyle kâğıtları hiç düşürmeden tutarlar, sehpanın üstündeki kristal gondolda yığılı sigaraları bir gecede bitirirler. Ay bu Amerikalılar da biliyormuş işi vallahi, Maltepe gibi pis pis kokutmuyormuş ortalığı bunlar. Sabaha kadar konuşurlar misafirler gelince.” (Syf,26)
Ailenin dikkat çeken bir başka yönü ise, birkaç kuşaktır Meclis’te, adliyede ve devletin kilit noktalarında görev alan bireylerden oluşmasıdır. Çevrelerindeki insanların, dostlarının, komşularının bile savcı, milletvekili gibi önemli pozisyonlarda olması, ailenin toplumsal statüsünü daha da belirgin hale getiriyor. “Biz onlardan değiliz, öbür taraftan hele, hiç değilmişiz.” (Syf,28) Burçe Bahadır, ailenin bu ayrıcalıklı konumunun altını çizerek, okuyucuyu dönemin sağ veya sol siyasi görüşlerinden bağımsız, tarafsız ve güvenli bir perspektiften olaylara bakmaya davet etmektedir. Bu anlatım, okuyucuya dönemin karmaşık siyasi atmosferini anlamada farklı bir bakış açısı sunuyor.
CENNETTEN KOVULANLAR
“İntiharın Vadelisi” üçlemenin de nihai öyküsü ve anlatıcı yine ilk iki öyküdeki küçük kızın şimdi artık genç bir kadın olmuş hali. İlk iki öykü boyunca ismini defalarca duyduğumuz, ilk gençliğine şahit olduğumuz; uçarı, neşeli küçük dayı Barış’ın intihar ettiğini öğreniyor ve kendimizi hüzünlü bir anlatının içinde buluyoruz bu kez. Burçe Bahadır’ın işaret ettiği gerçek soğuk bir rüzgâr gibi çarpıyor yüzümüze. Çok yakınımızda ve dahi çok yakınımız bile olsa bazı insanların iç dünyasına ne denli uzak olduğumuz, o kişinin göstermek istediği kadarını görebildiğimiz gerçeği. Bu noktada Marcel Proust’un “Uzaktaki şeyler bazen yakındakilerden daha tanıdık olabilir bizim için” sözü yankılanıyor kulaklarımızda. Ne cevval bir gözlemci olan anlatıcı küçük kız ne de ailesi Barış’ın iç dünyasındaki fırtınaları sezebilmeyi başarabilmiş onca zaman. O ailenin zıpır, neşeli, dirençli çocuğu gibi görünürken aslında ta o zamanlarda başlamış içindeki yıkımlar. Bizler okuyucu olarak elbette anlatıcının gördükleri ve bize aktardıkları dışındakileri sezemediğimizden aynı hataya düşüyor ve intihar edenin hiç beklemediğimiz bir karakter olduğunu anladığımız anda benzer bir şaşkınlık ve boşluk hissiyle baş başa kalıyoruz. Ve beklemediğimiz karakterin gerçekleştirdiği bu planlı eylem sonucu yaşanılan buhranlı dönemin yıllar geçse de bugünü nasıl etkilediğinin, geçmişin trajedisinin geleceğin yakasını bırakmayışının idrakine de varıyoruz.
Anlatıcının ikinci tekil anlatımı tercih ederek Barış karakteri çevresinde anlattıklarıyla da ana karakterin çocuk neşesini kaybedişini, büyüdükçe gerçeklere sertçe çarpışını görüyoruz. Kaotik bir dönemde bile olsa çocukluğun insanın belki de en mutlu zamanı olduğunu açık seçik söylemese de ince ince sezdiriyor yazar bu öyküde. Acaba biz çocukken mi güzeldi her şey yahut biz çocuk olduğumuz için mi, dedirtiyor okuyucuya. Çocukluğun o büyülü cennetinden kovulduğumuz andan itibaren arzın acısını yüklenişimizi iliklerimize kadar hissediyoruz.
ANNELER, TEYZELER, KIZ KARDEŞLER
Üçleme ile son öykü arasında kalan öyküleri genel olarak “kadınlar ve ince ayarlar” başlığı altında toplayabiliriz. Burçe Bahadır, bu öykülerde kadınlığın her haline dokunup bu halleri ustalıkla kaleme almış. Kontrol delisi ablalar, ablasının hegemonyası altındaki küçük kız kardeşler, süper anneler, tabiri caizse kız kuruları, bir ömürlük ahiretlikler, katı anneler ve onlara tezat oluşturan cilveli teyzeler… Hepsi, kadınların kendi dünyalarında, kendi hukuklarında ve birbirleriyle olan ilişkilerinde var olan hassas konulara değen incelikli temaların merkeze alındığı öyküler.
Bazen kısa bir anı, bazen de bir ömrü anlattığı bu metinlerde yazar, ustaca bir kanca atarak okuyucuyu öykünün içine çekmeyi başarıyor. Özellikle kadın okurların kendinden mutlaka bir parça bulacağına inanıyorum. İlk kitabındaki gözleme dayalı, dışarıdan yazılmış öykülerden büyük oranda farklı olduğunu düşündüğüm bu öyküler, işledikleri temalar bakımından nispeten daha mütevazı ve sıradan olsa da çok daha derin, karakterlerin benliğinin gizli haritalarında sessizce dolaştığımızı hissettirecek kadar da yakın ve gerçekler. Yazar, ‘Şimdi Dönecek Dünya’daki bu metinlerde kadınların yaşamlarının inceliklerini ve derinliklerini, her bir karakterin iç dünyasını ve ilişkilerini titizlikle öyküleyerek okuyucunun zihinlerinde iz bırakacak, illaki kalplerine dokunup kendilerinden bir şeyler bulabilecekleri yapıtlara dönüştürüyor.
#ASIL KIZLAR SÖZ DİNLEMEZSE DÖNECEK DÜNYA
Kitabın son öyküsü “Kızlar Söz Dinlemezse Nasıl Dönecek Dünya?”, Burçe Bahadır’ın ilk öykü kitabı ‘Deliliğe Zarif Bir Giriş’teki anlatım tarzını hatırlatıyor. Yazar, okura başlangıçta sıradan gelebilecek bir temayı, bambaşka bir perspektiften, günümüz sosyal hayatına yaklaştırarak oldukça farklı bir biçimde ele almış ve adeta küllerinden yeniden doğurmuş. Geçmişten, feodal düzenin hâkim olduğu düşünülen dönemlerden bir konuyu alıp, bugünün teknolojisi ve karmaşasıyla harmanlayarak okuyucunun önüne seriyor. Belki de bizler bu ilkel olaylar yakınımızda gerçekleşmediğinden, bunca kanuna rağmen var olmasının mümkün olmadığını, medeni yaşam tarzımıza yakıştıramadığımızdan bu durumların geçmişe daha çok yakıştığını düşünüyoruz. Bu belki de yazarın “Aslında özellikle ülkenin bir bölümünde kadına dair hiçbir şey değişmedi, yalnızca uzakta kalan, gündemi meşgul etmeyen unutuldu, görülmez oldu,” demesinin özgün bir yolu olsa gerek. Toplumun izin verdiği ölçüde sosyal medyanın da dönüştürücü etkisiyle, kadınların ve yaşam tarzlarının bazı yönleri süslü bir perdenin ardına gizlense de, belirli kesimler için aslında pek bir şeyin değişmediğini hissettiriyor ve öykü boyunca o perdeyi usulca yırtarak bu kanlı gerçeği göz önüne seriyor Burçe Bahadır.
Öykünün ana karakteri Şükran, abisinin hatasını örtmek amacıyla küçük yaşta berdelle yakın akrabalarına veriliyor. Bu ilkel töre, doğası gereği bir erkeğin fütursuzca, sonuçlarını bile bile açtığı kara deliği kapatmak için yine bir kadını kurban etme anlayışını barındırıyor. Berdelin her eril düzen destekçisi törede olduğu gibi kadınları yaş, medeni durum ve annelik kavramlarını hiçe sayarak acımasızca öğüten bir canavar olduğunu, Şükran’ın henüz on iki yaşında bir kız çocuğu olmasına rağmen abisinin arkasını temizlemek için kuzenine berdel verildiğinde tekrar anlıyoruz.
Fakat Şükran, o çelimsiz ve çocuk haliyle direniyor, insan eliyle ona yazılan kaderi kabul etmiyor. Öykü boyunca deliliğin sınırlarında dolaşan Şükran, bir süre sonra bedenini teslim etse de ruhu ve zihni hep güçlü bir direnişçi olarak kalıyor. Yazar, Şükran’ın trajik hikayesi üzerinden berdel töresinin kadınları nasıl kurban ettiğini ve onların insanlık onurunu hiçe sayarak nasıl bir felakete sürüklediğini anlatıyor. Şükran’ın direnişi, onun içsel gücünü ve insanın kendi kaderini yazma iradesini vurgularken, öykü boyunca süregelen gerilim, okuyucuyu derin düşüncelerle baş başa bırakıyor.
Burçe Bahadır, bu öyküsünde Feo Aladağ’ın yazıp yönettiği “Ayrılık” filmine de açık göndermeler yapıyor. Bu şekilde, her söylemin başka bir söylemi yinelediğini ve yazılmış her metnin daha önce başka bir biçimde yazılmış olduğunu da vurguluyor. Yazar, öykünün sonunda, bugüne dek aynı trajediyi yaşamış tüm kadınların intikamını alırcasına, okuyucunun içine kelimelerden su serpiyor ve en azından Şükran için “#şimdi dönecek dünya,” dedirtiyor.
SON
Burçe Bahadır ‘Şimdi Dönecek Dünya’da içsel gözlemler ve duygusal derinliklerle örülmüş incelikli bir anlatımı tercih etmiş. Tercih etmiş diyorum zira onu tanıdığımız ilk öyküleri daha dış gözleme dayalı, farklı sınıflardan gelen karakterlerin yaşamına ve davranışlarına odaklı öykülerdi. Sonuç olarak yazar her iki bakış açısıyla da yazabildiğini, üstelik bunu gayet iyi yapabildiğini ispatlamış görünüyor. Bahadır, sıkça tekrarlanan temaları bile özgün bir bakış açısıyla ele almış ve karakterlerinin iç dünyalarını, toplumsal ve ailesel dinamikleri ustalıkla işlerken, sade ama etkileyici bir dil kullanmış. Öykülerinde belirgin bir şekilde hissedilen gerçekçilik ve empati, okurun karakterlerle güçlü bir bağ kurmasını sağlıyor. En çok dikkatimi çeken ise Burçe Bahadır’ın toplumsal ve bireysel trajedilerden sıkça bahsetmesine rağmen umut ve direnişten asla elini çekmemiş olması.
Ülke olarak elimizde kalan son şeyin umut olduğunu varsayarsak yazarın bu tutumunu bir sanatçı olarak oldukça manidar buluyorum.